HÜSEYİN KÜÇÜK
  CUMA HUTBELERİ
 

       
 ALLAH İÇİN SEVMEK


           
Muhterem Müminler!

         Bu haftaki hutbemiz, Din Kardeşliği ve Birbirini Allah Rızası İçin Sevmek Hakkında Olacaktır.

         Sevgi Allah’ın kullarına bir hediyesidir ve yalnız ondan gelir. Fıtrat itibariyle bütün müminlerde, sevgi mayası mevcuttur. Kulun gayretiyle bu sevgi; önce aşk  sonra da, bütün sevgileri içine alan ve maksad-ı aslî olan mahabbet mertebesine ulaşır.[1] Sevgi Allah’ın lutfu olmakla beraber, başlangıcı kulun gayretleriyle hasıl olur. Sevmek için en ufak gayreti olmayanın, sevgiden nasibi yoktur.

         Bir müminin diğer bir mümine Allah rızası için mahabbet beslemesi büyük bir nimettir. Cenab-ı Hak ayet-i celilesinde:  

         Uyan! Ki Allah’ın evliyası ne üzerlerine korku vardır ne de onlar mahzun olurlar. Onlar ki Allah’a iman etmişlerdir ve hep takva ile korunur dururlar. Müjde onlara, dünyada da ahirette de. Allah’ın kelimatına tebdil yok,  işte o  büyük kurtuluş.[2] buyurarak,  kendine dost edindiği kullarına vereceği mükafatları müjdelemektedir. Burada şu sual akla gelebilir. Acaba bu müjdelere mazhar olacak,  Allah’ın dostları kimlerdir ?

         Bazı alimlerimiz, Allah dostlarını, “görüldükleri zaman Allah hatırlanır”, şeklinde tarif etmişlerse de, hadis-i şeriflere bakıldığında, Allah’ın dostlarının Allah için birbirlerini seven kimseler olduğu görülecektir.[3] Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

         “Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamber ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü, Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle, peygamberler de, şehitler onlara gıpta ederler.

         Orada bulunan Sahabe-i Kiram sordular:  “Ey Allah’ın Rasülü kimdir onlar, bize haber verir misin? Peygamber Efendimiz:

         “Onlar, aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olduğu halde, Allah rızası için birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim ki, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzerindedirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar, insanlar üzülürken, onlar üzülmezler.”

 Sözlerinin bitiminde şu ayet-i celileyi okudular:  “Haberiniz olsun ki, Allah’ın dosları var ya! Onlara ne korku var,  ne de onlar üzülecekler”[4]

 

Muhterem Müminler!

        

Yolumuz edep yoludur. Her hususta tatbik edilmesi icaden adap olduğu gibi  Müslümanların birbirleriyle olan kardeşlik münasebetlerinde de muhafazası lazım olan edepler mevcuttur. Bunları Hz. Üstazımız şöyle beyan buyurur:  

 

1-    Kardeşinde kendini nefyeylemek. Her üstünlük ve kemâlâtı kardeşinde görüp, onu isbat eylemek,

2-    Kardeşliği, dünya ve menfaatleri için değil, yalnız Allah ve O’nun rızası için yapmak,

3-    Kardeşinin hatalarını görmeyerek, onu daima affetmek,

4-    Kardeşine ihlaskâr hurmet ve sevgi beslemek,

5-    Maddi ve manevi yardımını kardeşinden esirgememek.[5]

 

İnsan beşer olması hasebiyle hatadan beri değildir. Kardeşlik münasebetlerinde, bir takım hoş olmayan tavır ve hareketler sebebiyle kardeşler arasında istenmeyen hadiseler cereyan edebilir. Bu normaldir. İmanda kemale ermiş sahabe-i kiram arasında dahi dargınlık ve kırgınlıklar vaki olmuştur. Ancak normal ve  caiz olmayan, bunların devam ettirilmesidir.

 Müslümanın bir müslümanla üç günden fazla dargın duramayacağını hepimiz biliriz. Ancak mevzubahis olan kendimiz olduğu vakit, türlü türlü tevillere giderek, haklı bir çıkış kapısı bulmaya çalışırız. Fakat bunlar nefsin ve şeytanların iğvalarından başka bir şey değildir. Kıble-i salat ve Kıble-i teveccühü bir olan, birbirlerine manen bağlı kardeşler arasında bu tür hallerin devamı hiç caiz değildir.

         Ebu’d-Derda (RA) anlatıyor: “Bir defasında Peygamber Efendimizin huzurunda oturuyorduk. Ebu Bekir RA’ın telaşla geldiğini gördük. Peygamberimizin huzuruna hürmetle girip selam verdikten sonra:

“Ya Rasülellah, Hattab’ın oğlu Ömer ile aramızda bir anlaşmazlık çıktı. Münakaşa esnasında kendisine biraz ağır mukabelede bulundum, ama pişmanım. Beni  bağışlamasını istedim, fakat kabul etmedi. Ben de sana geldim, Ya Rasülellah! dedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V)

          “Allah seni mağfiret buyursun, ey Eba Bekir!” şeklinde dua ettiler.  

         Sonra, Hz. Ömer de pişman olarak, Ebu Bekir’in evine gitmiş, Ebu Bekir’i sormuş, yoktur demeleri üzerine Allah Rasülünün huzuruna selam vererek girmişti.

Hz. Ömer’in geldiğini gören Efendimizin rengi değişmeye başladı. Hatta Ebu Bekir RA, Allah Rasülünün, Ömer’i azarlamasından korkmuş olacak ki, diz çöktü ve iki defa:

         “Ya Rasülellah benim kabahatim daha çoktu.” Diyerek suçu üzerine almaya çalıştı.

         Peygamber Efendimiz:

         Allah beni size peygamber olarak göndermişken, siz: “Sen yalan söylüyorsun demiştiniz. Ama Ebu Bekir beni tasdik etmiş canıyla ve malıyla bana yardım etmişti, artık siz bu dostumu bana bırakırsınız, değil mi? buyurdular.[6] Bu hadiseden sonra Hz. Ebu Bekir’i üzen hiç kimse olmadı. [7]



[1] Mektuplar risalesi, 9; 36

[2] Yunus 62-64

[3] Elmalılı, s.2731 Yunus Suresi

[4] Ebu Davud, Büyük 78 (3527)

[5] Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme s.162

[6] Hayatüssahabe c.2 s.460

[7] Hayatüssahabe c. 3 s.459-460


     ALLAH YOLUNDA HİZMET

Muhterem Müminler!

         Bu haftaki hutbemiz, Allah’ın dinine hizmet hususunda gösterilmesi icabeden gayret hakkında olacaktır.

         Mahlukatın en şereflisi olan insana verilen vazife, “Her nimetin, külfeti; nimetin büyüklüğüne göredir”, kaidesince bütün vazifelerin en yücesidir. Hakka ibadet, halka hizmet şeklinde hulasa edilen bu vazife, peygamberler mesleğidir.

Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler  müsavi olmazlar.[1]

Peygamber Efendimiz (S.A.V) ise, Hz. Ebu Rafi’ (R.A)’a şu nasihatte bulunmuşlardır: “(Ya Ebâ Rafi’!) Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtan ile Allah’ın bir kişiye hidayet vermesi, senin için, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır..”[2]

Allah yolunda yapılacak hizmetlerde gösterilecek gayretin en güzel numunesi,  peygamberler ve onların vârislerinin hayatlarıdır. Yıllarca dînî teblîğ ettiği halde, sadece bir kişinin hidayetine vesile olan peygamberler olmuştur.fakat  bütün sıkıntılara rağmen, tebliğ vazifesindeki gayretleri asla eksilmemiştir.

Din-i Celil-i İslam’ı tebliğ hususunda, Peygamber Efendimizin çektiği sıkıntıları ve bunlara karşı gösterdiği sonsuz tahammülü kelimeler ile anlatmak mümkün değildir. Bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Yemin ederim ki, Allah yolunda, kimsenin görmediği eziyetleri gördüm. Allah uğrunda, hiç kimsenin görmediği korkulara maruz kaldım. Öyle bir otuz gün ve gece geçirdim ki, Bilal’in koltuğu altında sakladığı yiyecek dışında ne bende ne Bilal’de  bir canlının yiyebileceği bir şey vardı.”       Cenabı hak Peygamber efendimizin sonsuz gayretini şöyle beyan ederler “Ey Habibim! Nerdeyse sen, bu söze (Kur’an’a) inanmayanların ardından üzülerek kendini helak edeceksin.”[3]

Kendisini dinimizin en iyi, en doğru ve en süratli bir şekilde öğretilmesi ve yaşatılması davasına veren; “Efendi, biraz istirahat buyursanız.” denildiğinde: “Günde binlerce insanın imanı sönerken, ben nasıl ayaklarımı uzatıp yatabilirim.”, buyuran; “Hocalıkta bize ekmek kalmadı.”, diyenlere: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasülüllah’ın, kitabullah’ın ve din-i mübin-i İslamın tebliğ memurluğudur.”, şeklinde cevap veren; hastalığı sebebiyle, istirahat ettiği odasına, elinde kitabıyla giren talebesine:

 “Gel evladım, biraz okuyalım... Biz değil yorgunluk, rahatsızlık; mezara gidiyor dahi olsak; okumak, okutmak ve hizmet denilince koşarız”, buyuran Allah dostları, maruz kaldıkları sıkıntılara rağmen, gayret-i diniyyelerinde zerre kadar noksanlık olmadan, kendilerine verilen vazifeleri en güzel şekilde ifa etmişlerdir.   

 

Muhterem Müminler!

Peygamber Efendimiz bir savaş dönüşü, kızı Hz. Fatıma R.Anha’nın evine uğramışlardı. Hz. Fatıma, çok sevdiği babasının, yüzünün solmuş, elbiselerinin eskimiş olduğunu görünce, dayanamayıp, Allah Rasülünün boynuna sarılarak, ağlamaya başladı. Kızını teselli etmek isteyen fahr-i alem: “Ya Fatıma, ağlama! Allah, babanı öyle bir dava ile göndermiştir ki, bu din gecenin olduğu her yere ulaşacak, yeryüzünde topraktan, deve tüyünden ve kıldan mamul ne kadar ev varsa, Allah bu dava sebebiyle, evlere ya izzeti, yahut zilleti verecek.”[4], buyurdular.

Şu bir hakikattir ki, bu hizmetlerin bize ihtiyacı yoktur. Cenabı Hak, dininin, kıyamet sabahına kadar devam edeceğini, kendi kelam-ı kadimiyle yazmış, bir kafirle dahi olsa, bu dinin her tarafa yayılacağını bildirmiştir. O halde, müminler  olarak, bütün arzu ve gayretimiz, Cenab-ı Hakk’ın bizleri son nefese kadar son nefes dahil, dininin hizmetçilerinden kılmasıdır.  Peygamber Efendimiz, Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dünyanın ömrü olduğu müddetçe, Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar, ümmetimden hak üzere, gâlip ve daima dine destek olan bir cemaat asla zail olmayacak. Bunlar dine sahip çıkacaklardır. Kendilerine muhalefet edenler onlara hiçbir zaman zarar veremeyecektir.”[5] Bizlere düşen vazife bu taifeden olmaya çalışmaktır.

         H.z Üstazımız  Evlatlarım! Sizler ne büyük mükâfata nail olacaksınız bir bilseniz.Yarın kıyamet gününde bizler geçerken mahşer halkı gıpta ile peygamber efendimize sorarlar: Ya Rasülallah bunlar enbiya mıdır? Cevap hayır. Bunlar şüheda mıdır? Cevap hayır. Bunlar evliya mıdır? Cevap hayır. Öyle ise kimdir bunlar? Rasülüllah Efendimiz: “Bunlar ahir zamanda sönmek üzere olan dini celil-i islamı ümmeti muhammedin evladına aşılayan mücahidlerdir”. Buyururlar.

                                                                          

        

                                                                 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muhterem Müslümanlar!

         Bu haftaki hutbemiz, Allah’ın dinine hizmet hususunda gösterilmesi icabeden gayret hakkında olacaktır.

         Mahlukatın en şereflisi olan insana verilen vazife, “Her nimetin, külfeti; nimetin büyüklüğüne göredir”, kaidesince bütün vazifelerin en yücesidir. Hakka ibadet, halka hizmet şeklinde hulasa edilen bu vazife, peygamberler mesleğidir.

Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler  müsavi olmazlar.[6]

Peygamber Efendimiz (S.A.V) ise, Hz. Ali (R.A)’a şu nasihatte bulunmuşlardır: “(Ya Ali!) Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtan ile Allah’ın bir kişiye hidayet vermesi, senin için, kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.”[7]

Allah yolunda yapılacak hizmetlerde gösterilecek gayretin en güzel misâli,  peygamberler ve onların vârislerinin hayatlarıdır. Yıllarca dînî teblîğ ettiği halde, sadece bir kişinin hidayetine vesile olan peygamberler olmuştur. Bütün sıkıntılara rağmen, tebliğ vazifesindeki gayretleri asla eksilmemiştir.

Din-i Celil-i İslam’ı tebliğ hususunda, Peygamber Efendimizin çektiği sıkıntıları ve bunlara karşı gösterdiği sonsuz tahammülü kelimeler ile anlatmak mümkün değildir. Fakat o hiçbir zaman bunlara aldırmamış, bütün varlığını bu uğurda feda etmiştir. Cenab-ı Hak Peygamber efendimizin sonsuz gayretini şöyle beyan buyururlar:

“Ey Habibim! Nerdeyse sen, bu söze (Kur’an’a) inanmayanların ardından üzülerek kendini helak edeceksin.”[8]

 Muhterem Müslümanlar!

“Birlikten kuvvet doğar” sözünün en güzel tecellisini, hizmetlerde görmek mümkündür. “Ben kendi başıma dinimi muhafaza eder ve ona hizmet edebilirim demek adetüllah’a aykırıdır. Cenab-ı Hakkın müminlerden istediği cemaat halinde olup, tefrikadan kaçınmaktır: Ayet-i Kerimede: “Haberiniz olsun ki, Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[9], buyrularak, birlik beraberlik içinde hizmet etmenin ehemmiyyetine; “...Sen onları toplu sanırsın, halbuki kalpleri dağınıktır, bu, onların aklı yetmez bir kavim olmalarındandır.”[10], buyrularak tefrikanın çirkinliğine dikkat çekilmiştir.

 

 

 

 

 

 

Muhterem Müslümanlar!

Peygamber Efendimiz bir savaş dönüşü, kızı Hz. Fatıma R.Anha’nın evine uğramışlardı. Hz. Fatıma, çok sevdiği babasının, yüzünün solmuş, elbiselerinin eskimiş olduğunu görünce, dayanamayıp, Allah Rasülünün boynuna sarılarak, ağlamaya başladı. Kızını teselli etmek isteyen fahr-i alem: “Ya Fatıma, ağlama! Allah, babanı öyle bir dava ile göndermiştir ki, bu din gecenin olduğu her yere ulaşacak, yeryüzünde topraktan, deve tüyünden ve kıldan mamul ne kadar ev varsa, Allah bu dava sebebiyle, evlere ya izzeti, yahut zilleti verecek.”[11], buyurdular.

Şu bir hakikattir ki, bu hizmetlerin bize ihtiyacı yoktur. Bizim, hizmet safında yer almak için gösterdiğimiz gayret, yine kendimiz içindir.  Cenabı Hak, dininin, kıyamet sabahına kadar devam edeceğini, kendi kelam-ı kadimiyle yazmış, bir kafirle dahi olsa, bu dinin, her tarafa yayılacağını bildirmiştir.. O halde, “Herşey bitti. Şimdi ne yapacağız” gibi ümitsizliğe kapılmak yersizdir. Müslümanlar olarak, en büyük arzumuz, hizmet safında yerimizi almak ve son nefese kadar bu dava için gayret göstermektir. Fakat, Allah’ın dinine hizmet büyük bir nimettir. “Bu istemekle elde edilecek bir devlet değildir. Lakin zaman içinde belli kimselere, Allah tarafından verilir.” Peygamber Efendimiz, Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dünyanın ömrü olduğu müddetçe, Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar, ümmetimden hak üzere, gâlip ve daima dine destek olan bir cemaat, asla zail olmayacak. Bunlar dine sahip çıkacaklardır. Kendilerine muhalefet edenler onlara hiçbir zaman zarar veremeyecektir.”[12]

 



[1] Nisa 95-96

[2] Feyzül Kadir c.5 s.259

[3] Kehf 6

[4] Hayatü’s-Sahabe c.1 s.46, Kenzü’l-Ummal c.1 s.77

[5] Müslim İmare 17

[6] Nisa 95-96

[7] Riyazü’s-Salihîn c.2 s.34

[8] Kehf 6

[9] Saf 4

[10] Haşr 14

[11] Hayatü’s-Sahabe c.1 s.46, Kenzü’l-Ummal c.1 s.77

[12] Müsli

m İmare 170


BEYTÜL MAL

BEYTÜL MAL 2

Muhterem Müslümanlar!

Bu haftaki hutbemiz, beytülmale riayet hakkında olacaktır.

Lügat itibariyle mal evi, hazine manasına gelen beytülmal; ilk zamanlar mücerret bir mefhum idi. Elde edilen ganimetler hiç bekletilmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Hz. Ömer (R.A) devrinde ise gelir kaynakları artarak, Medine-i Münevvere’ye pek çok paralar gelmeye başladığından, toplanan malların muhafazası için hazine tesis edilerek buna “beytülmal” adı verildi.

Hz. Ömer RA bu hazineyi tesis ettiğinde, Ashab-ı Kiramdan bazıları Halifeye gelerek, daha önce yapılan tatbikat üzere, toplanan malların hemen dağıtılması fikrinde olduklarını beyan buyurdular. Hz. Ömer bu yeni tatbikatını delilleri ile beraber şöyle izah ettiler: Cenab-ı Hak Kur’an-ı Keriminde şöyle buyurur: “Allah’ın (fethedilen diğer küffar) memleketler(i) ehâlisinden peygamberine verdiği fey’i, Allah’a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir.[1] Bu ayet-i kerimeyi okuduktan sonra: “Vallahi onu yalnız onlara vermedi” deyip:  “(Bilhassa o fey) hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah’dan fazl(-u inayet) ve hoşnudluk ararlar ve Allah’a ve peygamberine mallarıyla, canlarıyla yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır.”[2] mealindeki ayet-i celileyi okudular. Devamında : “Vallahi toplanan bu mallar sadece bunlara da mahsus değildir.”, diyerek şu ayet-i celile-i okudu:  “Bunların arkasından gelenler (şöyle derler): “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile önden bizi geçmiş olan din kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.[3] İşte bu ayet-i kerime kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara şamildir. Bu ganimetten onların da hakkı vardır ve bu hakkı gözetmek icap eder. Bu ise ganimeti taksim etmeyip, mahafazasını icabeder.” şeklinde hayli uzun bir konuşma yaptılar.[4]

Peygamber Efendimiz, beytülmalin ehli olmayan kimselerce istimalinin neticesini, hadis-i şeriflerinde şöyle haber verirler: “Şüphesiz ki, haksız olarak Allah’ın malını kullanan kimseler, kıyamet gününde cehennemi hak ederler.”[5]

Allah ve Rasülünün emir ve tavsiyelerine harfiyen uymaktan başka keramet göstermeyen Ashab-ı Kiram, beytülmal hususunda da, kıyamete kadar gelecek Müslümanlar için, numune-i imtisal olacak hassasiyet ve itina göstermişlerdir.

Sıddık-ı Ekber (R.A) Efendimiz ölüm döşeğinde; beytülmalden maaş almak istemediğini, Müslümanların hazinesini genişletmeyi çok arzu ettiğini ve o zamana kadar hazineden aldığı toplam miktar karşılığında, filan yerdeki tarlasının hazineye verilmesini, kendisine tahsis edilen köle, deve ve elbisenin de vefat ettiği zaman Hz. Ömer’e teslim edilmesini vasiyet etmiş ve bu vasiyet yerine getirilmişti.[6]

Hz. Ömer (RA) Efendimiz, beytülmalden ne aldığını merak edenlere; kendisinin ve ailesinin nafakasının Kureyş’ten orta halli bir ailenin geçimi seviyesinde olduğunu, ancak bunu helal gördüğünü ve ayrıca Müslümanlardan herhangi biri gibi, kendi payına düşecek olan maaşı alacağını bildirmişti.[7]

  Hz. Ömer halife iken, Abdurrahman bin Avf hz’leri ziyarete gelmişti. Selam verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer R.A kendisiyle hiç meşgul olmuyor, hatta selamını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hz. Ömer işini bitirdikten sonra, beytülmale ait olan mumu söndürüp, kendi şahsına ait olan mumu yaktıktan sonra “Ve aleyküm Selam” deyip selamını aldı. 

Taif gazasından sonra Peygamber Efendimiz: “Ganimet malından, habersiz olarak, her kim ne aldıysa, geri getirsin!”, emrini vermişti. Amcaoğlu Hz. Âkil, hanımına verdiği bir dikiş iğnesini, ganimet malına hıyanet korkusundan, getirip,  teslim etti.[8]

Hayber savaşı kazanılmış, elde edilen ganimetler, birkaç kalede toplanmıştı. Rasülüllah SAV Efendimiz, ganimetlerin başına muhafızlar tayin ederek, taksimden önce habersiz bir iğne dahi alanın, Cehennem ateşine müstehak olacağını bildirmişti. Bu emir ve emanete riayet etmeyerek, ganimet malından menfaatlenen birinin ölümü üzerine, Peygamber Efendimiz: “O kimseyi Cehennem ateşinde görüyorum”, buyurmuş ve Hz Ömer’i çağırarak: “Ya Ömer! Git, halka “Cennete müminlerden başka kimse giremez”, diye ilan et!.. .[9] emrini vermişti.

         Muhterem Müslümanlar!

Beytülmal ve kul hakkı cehenneme girmeye yegane sebeptir.[10]  Kişi beytülmaldeki tasarrufuyla, bir iğneden dahi hesaba çekileceğini unutmadan, kullanmak ve istifade etmek için kendisine tahsis edilen varlıkları, gözü gibi muhafaza ederek, kendi malından daha fazla hassasiyet ve i’tina göstermelidir.

  Hz. Üstazımız K.S şöyle buyururlar: Vakfedilen malın, Hakiki sahibi Cenab-ı Hakk, Mecâzi sahibi ise insandır. Vakfeden kimse: Bu malı hakiki malikine teslim ettim, bıraktım demek ister. Vakıfta davacı: Varis-i Rasülullah, dava vekili: Fahri Alem, Hâkim: Cenab-ı Hakk, Vakfa musallat olanların hali ise  perişan olur. [11]

 



[1] Haşr 7

[2] Haşr 8

[3] Haşr 10

[4] Elmalılı, Hak Dili Kur’an Dili c.7 s.4850

[5] Riyazü’s-Salihîn c. 2 s.174

[6] Ayni c.5 s. 419

[7] Dr. Celal Yeniçeri, İslamda Devlet Bütçesi s.300

[8] İslam Tarihi c. s 462

[9] İslam Tarihi c.3 s.357

[10] Merhum Abimiz

[11] Ali Erol, Hatıratım 1 s.46

 

Muhterem Müslümanlar!

Bu haftaki hutbemiz yine Beytülmale riayet hakkında olacaktır.

İnsan için üç nevi emenet muamelesi vardır. Rabbına, kendine ve halka karşı. Cenab-ı Hakka karşı olan emanet, bütün ilâhi kanun ve hükümlere uymaktır. Kendine  karşı olan emânet, dini ve dünyası için en salih ve menfaat veren şeyi tercih etmektir. Halka karşı olan emânet ise, hukuklarını gözetmek, kendisi için istediğini onlar için de istemektir.[1]

Müslamanların hazinesi olan beytülmal müessesi, Peygamber Efendimizden bilitibar günümüze kadar, en büyük emanetlerden biri olarak kabul edilerek, her türlü maddi ve manevi tedbir muvacehesinde muhafazaya çalışılmış, bu hususta günümüz müslümanlarına ışık tutacak, ibret verici hadiseler yaşanmıştır.

Bedir ganimetleri arasında bulunan bir kadife kaybolmuştu. Münafıklar: “Onu herhalde Peygamber almıştır”, diye mel’ûnâne bir şâyia çıkarmak istediler. Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak şu ayet-i celileyi inzal buyurdular: “Bir Peygamber için emanete (yahut ganimet malına) hainlik etmek? Bu olur şey değil. Kim böyle hâinlik eder (ganimet ve âmmeye âid hasılattan bir şey aşırır, gizler) se kıyamet günü hâinlik ettiği o şey(in günahını) yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etti, ne kazandıysa (mücâzât ve mükâfâtı) eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar”.[2]

Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Allah’a ve Ahiret gününe iman eden bir kimse, müslümanların henüz dağıtılmamış ganimet mallarından olan bir hayvana, zayıflatıncaya kadar binip de, onu bu haliyle gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın. Yine Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir kimse, müslümanların henüz dağıtılmamış ganimetlerinden olan bir elbiseyi, eskitinceye kadar giyip de, onu bu haliyle, gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın”[3]

Fahri Kâinât Efendimiz bir seferden sonra, Hz Bilal’e, elde edilen ganimetlerin toplanması için ilan etmesini söylemişti. Ganimetler toplanıp, ehil olan kimselere dağıtılmaya başlandı. Taksimat bittikten sonra bir zat elinde bir yular olduğu halde Peygamberimizin yanına geldi ve: “Ya Rasülellah, bu benim topladığım ganimettir”, dedi. Peygamber Efendimiz celallenerek: “Sen Bilal’i, îlan ederken duymadın mı? Onu zamanında getirmene ne mani oldu?”.  Adam özür diledi. Peygamber Efendimiz (SAV): “Sen bunu, kıyamet gününde getirirsin. Şimdi bunu senden asla kabul etmeyeceğim.[4], diyerek, ona yaptığı işin ne büyük bir suç olduğunu anlatarak, tevbe etmesini temin etmek istedi.

Hayber savaşı günü Sahabe-i Kiramdan bir zat vefat etmişti. Peygamber Efendimiz (SAV) Eshabına şöyle buyurdular:

“Arkadaşınız üzerine namaza durunuz. (Ben bu namazda bulunmayacağım). Muhakkak ki sizin arkadaşınız, Allah yolunda savaşılırken, elde edilen ganimet malından çalmıştır.” Zeyd bin Halid hazretleri buyururlar ki: O kimsenin eşyasını araştırdık ve gördük ki çaldığı şey,  iki dirhem bile etmeyen bir Yahudi boncuğu imiş.[5]

Peygamber Efendimiz; beytülmal’in vazifelilerine; bekar iseler, evlenebileceklerini, evleri yoksa, ev alabileceklerini, bir miktar da maaş ödeyeceğini, bunların ötesinde bir servet yığan memurların, bir hain veya bir hırsız olacaklarını, haber vermiş ve şöyle buyurmuşlardı:“Bizim kendisine vazife verdiğimiz bir kimse (vergi olarak aldığı) küçük bir iğneyi bile bizden gizlerse o (yaptığı şey) bir hıyanet ve bir hırsızlıktır.”[6]

İbnü’l-Lutbiyye el-Ezdî ismindeki zekat memuruna hediye aldığı için çok kızmış ve halka hitaben: “Nasıl oluyor da bizim göndermiş olduğumuz bir vergi tahsildarı, dönüp geliyor ve; bu size aittir ve şu ise bana hediye olarak verilmiştir, diyebiliyor. O, anasının veya babasının evinde oturup kalsaydı da, görseydi bakalım kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi!”,[7] diyerek bu nevi hediyelerin rüşvet olacağını haber vermiştir.

Hz. Ebu Bekir R.A, Yemen valisi Muaz bin Cebel hz.lerine “hesabını ulaştır” emrini vererek, beytülmalin, israfa kaçmadan en güzel şekilde istimalini temin etmiştir.

Hz. Ömer RA, bir yere vali tayin ederken, onlara şahitler huzurunda, katıra binmeyeceklerine, ince elbiseler giymeyeceklerine, has undan yapılmış ekmek yemeyeceklerine, halkın ihtiyaç ve şikayetlerine kapılarını kapatmayacaklarına ve muhafızlar edinmeyeceklerine dair yemin ettirirdi.[8]

Hz. Ali RA, Hazine Müdürü Ebu Râfi hazretlerine, hazineden alıp kızına taktığı bir ziynet eşyasının hesabını sormuş, Rey valisi Yezid b Huceyye’yi gelirlerin 30 bin dirhem eksik çıkması üzerine muhakeme edip hapsetmiş, Amcası, Abbas (RA)‘ın Basra valisi olan oğlu Abdullah (RA)‘ı bir şikayet üzerine sorguya çekmiş, gelir ve gider hesaplarının ve harcamalarının nerelere yapıldığını istemiştir. Hz. Abdullah ise hakkındaki şikayetlerin asılsız olduğunu, icabederse vazifeden çekilebileceğini bildirmiştir.

Muhterem Müslümanlar!

Binbir emekle vücuda getirilen binalar ve onlara ait olan her türlü eşya, “Emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler”[9] kavli celilini düstûr alarak,  gözümüz gibi muhafaza edip, korumamız icabeden birer emânetullah ve emanet-i pirândır.

“Ganimet eşyasından mal çalan bir kimseyi ele geçirecek olursanız eşyasını yakınız. Kendisini de dövünüz.”[10] , buyuran Peygamber Efendimiz yine:“Ganimetten mal aşıran bir kimseyi saklayan kimse de onun gibidir.”[11], buyurarak ümmetini ikaz etmişlerdir.

Unutmayalım ki, Beytülmal ve kul hakkı cehenneme girmeye yegane sebeptir.[12]

 

[13]

 



[1] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili c.2 s.1371

[2] Al-i İmrân 161, Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakim ve Meâli Kerim c.1 s.110

[3] Ebu Davud c.10 s.297 (Terceme)

[4] Ebu Davud c.10 s.303

[5] Ebu Davud c.10 s.300

[6] Ebu Yusuf Kitabul Harac s. 121

[7] Buhari Ahkam 24

[8] Ebu Yusuf  Kitabul Harac s.125-126

[9] Meâric  32

[10] Ebu Davud c10  s.306

[11] Ebu Davud c.10 s.311

[12] Merhum Abimiz

[13] Hutbe hazırlanırken İslamda Devlet Bütçesi (Dr. Celal Yeniçeri) kitabından istifade edilmiştir.




BİRLİK

Muhterem Müslümanlar!

Bu haftaki hutbemiz, birlik ve beraberlik hakkında olacaktır.

         Mahlukatın en şereflisi olmakla beraber, aciz olarak yaratılan insan, yaşayabilmesi için başkasına muhtaçtır. Bu ihtiyaç insanları, beraber yaşamaya, kardeş olmaya sevketmiştir.

Sevgi, Cenab-ı Hakk’ın kullarına hediyesidir ve yalnız ondan gelir. Birlik beraberlik, evvelâ kalplerde hasıl olur, sonra da fiillere akseder. “Ben kendi başıma dinimi, imanımı muhafaza edebilirim”, demek tehlikelidir. Cenab-ı Hakkın müminlerden istediği cemaat halinde olmaktır: Ayet-i Kerimede:

“Hepiniz bir Allah ipine sım sıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın ve Allah’ın  üzerinizdeki nimetini düşünün, sizler birbirinize düşmanlar iken, o sizin kalplerinizin arasında ülfet husule getirip, yanaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz...”[1], buyrulmaktadır.

Yine Cenab-ı Hakk’ın bizlerden istediği; kalplerdeki niyyet ve imanları, bir kelime etrafında toplayıp, birbirlerini sevip tutan; zahirde de kuvvetli bir irtibat ile yek diğerine bağlanmış, saf saf duran sağlam binalar gibi olmaktır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

“Haberiniz olsun ki, Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[2] Yine:

“Kasem olsun ol kuvvetlere: o saf dizip de duranlara[3]

Bir de Cenab-ı Hakk’ın sevmediği ve kaçınmamızı istediği bir şey vardır. Ayet-i celilesinde şöyle izah buyururlar: “...Sen onları toplu sanırsın, halbuki kalpleri dağınıktır, bu, onların aklı yetmez bir kavim olmalarındandır.”[4] Her biri başka sevdada, başka emelde. Kendi zevk ve hissiyatına göre ayrı fikir ve yolda... Bir kelime etrafında toplanıp da, gönül birliğiyle hareket edemezler. Fırsat buldukça, birbirlerine hıyanet ederler. Böyle bir cemiyet zahirde ne kadar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir cemiyyet değil, cüzleri arasında hiçbir bağ bulunmayan kül yığını gibi, hafif bir rüzgarla savrulacak kuru kalabalıktan ibarettir.[5]

Muhterem Müslümanlar!

Din kardeşliğini, nesep kardeşliğinden üstün tutan Peygamber Efendimiz (SAV) birlik ve beraberlik içinde, tefrikaya düşmeden, bu müessesenin devamı için Ashabını sık sık ikaz ederlerdi. Bunlardan bir tanesini nakledelim.

Peygamber Efendimiz (SAV) Zâtüsselasil gazası için, daha yeni müslüman olmuş Hz. Amr komutasında, 300 kişilik bir ordu hazırlatmıştı. İhtiyaç üzerine Hz. Ubeydetü’bnü Cerrah komutasında 200 kişilik bir takviye kuvvet daha gönderdi. Hz. Ubeyde’yi gönderirken şöyle buyurdular: “Amr ile ihtilaf etmeden, beraberce hareket ediniz!”

İki islam birliği buluştukları zaman, Hz. Amr, takviye için gelen kuvvetin kendi emrinde olduğunu söyledi. Hz. Ubede ise, kendisinin ve Hz. Amr’ın birliklerinin kumandanı olduğunu bildirdi. Hz. Amr, ikinci birliğin kendisi tarafından istenen bir yardımcı kuvvet olmakla, birinci birliğe tâbi olmaları icab ettiğini söyledi.

Bu şekilde cereyan eden konuşmalardan sonra Hz. Ebu Ubeyde, namaz vakti gelince imamlık yapmak istedi. Hz. Amr, başkumandanın kendisi olduğunu beyanla, buna râzı olmadı. Muhâcir sahabiler Hz. Ebu Ubeyde’nin fikrini desteklediler.

Hz. Ebu Ubeyde yumuşak tabiatlı, güzel ahlak ve huy sahibi bir zattı. İşin böyle ihtilafa sürüklenmesini arzu etmiyordu. Hz. Amr’ın emirlikteki ısrarı karşısında:

Ey Amr! Hiddetlenmene lüzum yok! Allah’ın Rasülü, birbirimize itaat ile emredip, ihtilaftan kaçınmamızı tavsiye buyurmuştu! Bu emir muvacehesinde eğer sen, bana tabi olmazsan, ben sana tabi olurum! buyurdular. [6]

Muhterem Müslümanlar!

Birlik beraberlik içinde yaşayabilmek için, fertlerin yek diğerlerine göstermesi zaruri olan bir takım âdab mevcuttur. Bunları Hz. Üstâzımız şöyle ifade buyururlar:

1-     Kardeşinde kendini nefyeylemek. Her üstünlük ve kemâlâtı kardeşinde görüp, onu isbat eylemek,

2-     Kardeşliği, dünya ve menfaatleri için değil, yalnız Allah ve O’nun rızası için yapmak,

3-     Kardeşinin hatalarını görmeyerek, onu daima affetmek,

4-     Kardeşine ihlaskâr hurmet ve sevgi beslemek,

5-     Maddi ve manevi yardımını kardeşinden esirgememek.[7]

 

 

 



[1] Al-i imran 103

[2] Saf 4

[3] Saffat 1

[4] Haşr 14

[5] Elmalılı, c.7 s.4859 Eser neş.

[6] İslam Tarihi c.3 s.395-396 Osmanlı Yay.-1986

[7] Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme s.162





BİRLİK 2

Muhterem Mü’minler!

Bu haftaki hutbemiz, birlik ve beraberlik hakkındadır.

         Mahlukatın en şereflisi olmakla beraber, aciz olarak halkedilen insan, yaşayabilmesi için başkasına muhtaçtır. Bu ihtiyaç insanları, beraber yaşamaya, kardeş olmaya, Allah için birlik olmaya sevketmiştir.

Muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın kullarına hediyesidir ve yalnız ondan gelir. Birlik beraberlik, evvelâ kalplerde hasıl olur, sonra da fiillere akseder. “Ben kendi başıma dinimi, imanımı muhafaza edebilirim”, demek tehlikelidir. Cenab-ı Hakkın müminlerden istediği cemaat halinde olmaktır: Ayet-i Kerimede:

“Hepiniz bir Allah ipine sım sıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın ve Allah’ın  üzerinizdeki nimetini düşünün, sizler birbirinize düşmanlar iken, o sizin kalplerinizin arasında ülfet husule getirip, yanaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz...”[1], buyrulmuştur. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz Hadis-i Şeriflerinde: “Kim itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu hal üzere ölürse, câhiliyye ölümüyle ölür.” [2] buyuruyorlar.

Yine Cenab-ı Hakk’ın bizlerden istediği; kalplerdeki niyyet ve imanları, bir kelime etrafında toplayıp, birbirlerini sevip tutan; zahirde de kuvvetli bir irtibat ile yek diğerine bağlanmış, saflar halinde duran, sağlam binalar gibi olmaktır. Ayet-i kerimede Mevlamız şöyle buyuruyor:

“Haberiniz olsun ki, Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi saf bağlayarak hizmet edenleri  sever.”[3] Yine:

“Kasem olsun ol kuvvetlere: o saf dizip de duranlara[4]

Bir de Cenab-ı Hakk’ın sevmediği ve kaçınmamızı istediği şey vardır. Ayet-i celilesinde şöyle izah buyururlar: “...Sen onları toplu sanırsın, halbuki kalpleri dağınıktır, bu, onların aklı yetmez bir kavim olmalarındandır.”[5] Her biri başka sevdada, başka emelde. Kendi zevk ve hissiyatına göre ayrı fikir ve yolda... Bir kelime etrafında toplanıp da, gönül birliğiyle hareket edemezler. Fırsat buldukça, birbirlerine hıyanet ederler. Böyle bir cemiyet zahirde ne kadar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir cemiyyet değil, cüzleri arasında hiçbir bağ bulunmayan kül yığını gibi, hafif bir rüzgarla savrulacak kuru kalabalıktan ibarettir.[6]

Muhterem Mü’minler!

Birlik beraberliğin temini için dikkat edilmesi icabeden bir takım hususlar vardır. Bunların başında, bir idare altında toplanmak gelir. Baş durumunda  bulunan emir sahibinin emirleri müvacehesinde hareket ederek, onun emrine itaatte, hoşa gitse de gitmese de kusur göstermemek lazımdır. İşine geldiği yerde mutı’ görünüp, işine gelmediği zaman isyanı basan fertlerle, birlik beraberliği temin etmek mümkün değildir. Asıl itaat, kendi aleyhineymiş gibi görünen yerde yapılandır.

Tarihte büyük hizmetleri olmuş, Allah’ın veli bir kulu olan kaptan-ı derya  Barbaros Hayrettin Paşa; aldığı kararlar, yaptığı icraatler neticesinde etrafındaki yardımcıları, emrindeki askerlerden bazıları, kendi zahiri anlayışlarına göre o alınan kararların, icra edilen faaliyetlerin isabetli olup olmadığı hususunda tereddüt etmeye başlarlar. İçlerinde bir şüphe ve tereddüt peydah olmaya başlar. Bunun üzerine böyle düşünenlerden 40 kişi kadarı aynı gece aynı şekilde bir rüya görürler. Rüyalarında:

“Rasülüllah Efendimiz’in riyasetinde çok kalabalık bir toplantı heyeti vardır. Barbaros Hayrettin Paşa kalabalığın arasını yararak Rasülüllah Efendimiz’in mübarek huzur-u şeriflerine gelir. Rasulüllah Efendimiz’in mübarek elini öperek huzur-u şeriflerinde bulunurlar. Rasülüllah Efendimiz de memnuniyetlerini izhar ettikten sonra huzurdan ayrılır.” Sabaha çıktıklarında hepside başları önlerine eğik, hatalarını müdrik bir vaziyette Barbaros’un huzuruna gelirler ve özür beyan ederek aflarını taleb ederler.

Muhterem Mü’minler!

Birlik beraberlik içinde yaşabilmek için, itaat ve teslimiyyet hususunda taviz vermemeye gayret etmek, kardeşlik münasebetlerini kuvvetlendirmek ve kardeşliği, dünya ve menfaatleri için değil, yalnız Allah(cc) ve O’nun rızası için yapmak çok mühimdir.

Peygamber Efendimiz SAV şöyle buyururlar: “Bütün müminler tek bir kişi gibidir. Onun başı ağrısa, (vücudun) tamamı şikayetçi olur. Gözü ağrısa ( bundan bütün vücut) acı duyar.”[7]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu hususta bir takım âdap mevcuttur. Hz. Üstâzımız bunları şöyle izah buyurur:

1-     Kardeşinde kendini nefyeylemek. Her üstünlük ve kemâlâtı kardeşinde görüp, onu isbat eylemek,

2-     Kardeşliği, dünya ve menfaatleri için değil, yalnız Allah ve O’nun rızası için yapmak,

3-     Kardeşinin hatalarını görmeyerek, onu daima affetmek,

4-     Kardeşine ihlaskâr hurmet ve sevgi beslemek,

5-     Maddi ve manevi yardımını kardeşinden esirgememek.[8]

 



[1] Al-i imran 103

[2] Sahih-i Müslim c. 3 s.1376 H. No: 1848 (Kitabül İmare)

[3] Saf 4

[4] Saffat 1

[5] Haşr 14

[6] Elmalılı, c.7 s.4859 Eser neş.

[7] Feyzül Kadir c.6 s.259

[8] Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme s.162


BİRLİK 2 (H)

Muhterem Müslümanlar!

Bu haftaki hutbemiz, birlik ve beraberlik hakkında olacaktır.

         Mahlukatın en şereflisi olmakla beraber, aciz olarak yaratılan insan, yaşayabilmesi için başkasına muhtaçtır. Bu ihtiyaç insanları, beraber yaşamaya, kardeş olmaya sevketmiştir.

Sevgi, Cenab-ı Hakk’ın kullarına hediyesidir ve yalnız ondan gelir. Birlik beraberlik, evvelâ kalplerde hasıl olur, sonra da fiillere akseder. “Ben kendi başıma dinimi, imanımı muhafaza edebilirim”, demek tehlikelidir. Cenab-ı Hakkın müminlerden istediği cemaat halinde olmaktır: Ayet-i Kerimede:

“Hepiniz bir Allah ipine sım sıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın ve Allah’ın  üzerinizdeki nimetini düşünün, sizler birbirinize düşmanlar iken, o sizin kalplerinizin arasında ülfet husule getirip, yanaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz...”[1], buyrulmuştur.

Yine Cenab-ı Hakk’ın bizlerden istediği; kalplerdeki niyyet ve imanları, bir kelime etrafında toplayıp, birbirlerini sevip tutan; zahirde de kuvvetli bir irtibat ile yek diğerine bağlanmış, saflar halinde duran, sağlam binalar gibi olmaktır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

“Haberiniz olsun ki, Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[2] Yine:

“Kasem olsun ol kuvvetlere: o saf dizip de duranlara[3]

Bir de Cenab-ı Hakk’ın sevmediği ve kaçınmamızı istediği şeyler vardır. Ayet-i celilesinde şöyle izah buyururlar: “...Sen onları toplu sanırsın, halbuki kalpleri dağınıktır, bu, onların aklı yetmez bir kavim olmalarındandır.”[4] Her biri başka sevdada, başka emelde. Kendi zevk ve hissiyatına göre ayrı fikir ve yolda... Bir kelime etrafında toplanıp da, gönül birliğiyle hareket edemezler. Fırsat buldukça, birbirlerine hıyanet ederler. Böyle bir cemiyet zahirde ne kadar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir cemiyyet değil, cüzleri arasında hiçbir bağ bulunmayan kül yığını gibi, hafif bir rüzgarla savrulacak kuru kalabalıktan ibarettir.[5]

Muhterem Müslümanlar!

Birlik beraberliğin temini için dikkat edilmesi icabeden bir takım hususlar vardır. Bunların başında, bir idare altında toplanmak gelir. Baş durumunda  bulunan emir sahibinin emirleri müvacehesinde hareket ederek, onun emrine itaatte, hoşa gitse de gitmese de kusur göstermemek lazımdır. İşine geldiği yerde mutı’ görünüp, işine gelmediği zaman isyanı basan fertlerle, birlik beraberliği temin etmek mümkün değildir.  Asıl itaat, kendi aleyhineymiş gibi görünen yerde yapılandır. Numune olması için, Peygamber Efendimizin, Ebu Zerri’l-Gıfariye hazretlerine yaptığı nasihate hep beraber bir bakalım.

 

 Ebu Zeri’l-Gıfâri R.A, Peygamber Efendimizin hizmetini görüyor, akşam olduğunda da, yatacak başka bir yeri olmadığı için, mescide gidip, orada istirahat ediyorlardı. Bir gece Peygamber Efendimiz S.A.V mescide girdiğinde, Ebu Zerr’il-Gıfârî hazretlerini, mescidin toprak zemininde uyuyor halde gördüler.  Rasülüllah SAV, Ebu Zerr hazretlerini uyandırıp, “Niçin burada yatıyorsun.”, diye sordular. Ebu Zerr hazretleri: “Yatacak başka yerim yok ya Rasülellah”, şeklinde cevap verdi. Allah rasülü, Ebu Zerr’in yanına oturarak, onunla konuşmaya başladılar: “Peki, seni bu mescitten çıkarırlarsa ne yaparsın?” Ebu Zerr Hz.: “Şam’a giderim” dedi. “Ya oradan da çıkartılırsan?” Tekrar bu mescide gelirim.”, diye cevap verdi. “Peki bu mescitten  tekrar çıkartılırsan..? Ebu Zerr hazretleri: “Kılıcımı alır, ölünceye kadar dövüşürüm!”, şeklinde cevap verdi. Rasülüllah Efendimiz, Ebu Zerr hazretlerinin verdiği cevaba gülümseyerek, elini, onun omzuna koydu ve kıyamete kadar gelecek müslümanlara bir ölçü olacak şu tavsiyede bulundular: “Ben sana bundan daha iyi bir yol göstereyim, Ya Eba Zerr. Seni nereye sürerlerse, nereye gönderirlerse, onları dinler, istedikleri yere gidersin. Bana kavuşuncaya kadar bu şekilde davranırsın!.”, [6]

Muhterem Müslümanlar!

Birlik beraberlik içinde kardeş olarak yaşabilmek için, fertlerin yek diğerlerine göstermesi zaruri olan bir takım âdab mevcuttur. Bunları Hz. Üstâzımız şöyle ifade buyururlar:

1-     Kardeşinde kendini nefyeylemek. Her üstünlük ve kemâlâtı kardeşinde görüp, onu isbat eylemek,

2-     Kardeşliği, dünya ve menfaatleri için değil, yalnız Allah ve O’nun rızası için yapmak,

3-     Kardeşinin hatalarını görmeyerek, onu daima affetmek,

4-     Kardeşine ihlaskâr hurmet ve sevgi beslemek,

5-     Maddi ve manevi yardımını kardeşinden esirgememek.[7]

 

 

 

 



[1] Al-i imran 103

[2] Saf 4

[3] Saffat 1

[4] Haşr 14

[5] Elmalılı, c.7 s.4859 Eser neş.

[6] Hayatüs-Sahabe c.2 s.122

[7] Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme s.162


EDEP VE HÜRMET

Muhterem Müminler!

Bu haftaki hutbemiz Allah’ın kıymet verdiği şeylere tazim ve hürmet göstermek hakkında olacaktır.

Cenab-ı Hak, mahlukatından bazı şeylere bizzat kendisi kıymet ve değer vermiştir. İnsanların da bunlara tazim göstermesini ve hürmet etmesini emretmiştir. Rasülüllah’a, Kuran-ı kerime, ka’be-i muazzamaya, mescidlere, ülülemre, ilme, alimlere, talebelere hürmet ve tazim göstermek Allah’ın emridir. Bunlara islamın şeâiri denir.

Bir ayet-i celilede şöyle buyurulmuştur: “Kim Allah’in şeâirine, tazim ederse şüphe yok ki o tazim, kalplerin takvasındandır. [1]

Peygamber Efendimiz (S.A.V) “Hayırlınıza veya büyüklerinize kıyam ediniz.” buyurmuşlardır. [2]

Cenab-ı Hak Peygamber Efendimize gösterilmesi icabeden hürmet ve edebi, ehemmiyetine binaen bizzat kendi kelamı kadimi ile müminlere öğretmiştir. Şöyle ki:

Asr-ı saadette bir kurban bayramı günü bazı kimseler Rasüllüllahtan evvel kurban kestikleri için Peygamber Efendemiz onlara kurbanlarını iade etmelerini emir buyurmuşlardı. Bu hadise üzerine şu ayet-i celile nâzil oldu: “Ey iman edenler, Allah ve Rasülünün önüne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah işitir, bilir” Ehlince malumdur ki; ayet-i kerimede mef’ul yani neyin öne geçirilmeyeceği zikredilmemiştir. Böyle olunca, ayet-i kerimenin manası şudur: “Şunu veya bunu takdim diye düşünmek şöyle dursun, öne geçmek namı verilecek hiçbir fiili yapmayın. Veya, hiçbir işi, ne kendinizi ne başkasını asla takdim etmeyiniz.” Demektir.

Cenab-ı Hak diğer bir ayet-i kerimesinde de şöyle buyururlar: “Seslerinizi Peygamberin sesinin fevkınde kaldırmayın ve ona söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemiyin. Haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir.” Aye-i celilede hürmetsizliğin insanı dinden çıkarabileceğine işaret vardır. Zira amelleri yok olması, sahibinin dinden çıkmasıyladır.

 Bu ayet-i kerime nazil olduğu zaman Sabit ibn-i Kays (R.A), sesi diğer insanlara nisbetle yüksek olduğu için, farkında olmadan yüksek sesle konuşurum da amellerim yok oluverir korkusuyla Rasülüllah’ın huzuruna yaklaşmıyordu. Fakat içindeki Rasülüllah’ı görme isteğini de bir türlü bastıramıyordu. Sonunda çareyi kendisini eve hapsetmekte buldu. Rasülüllah’a hürmette kusur etmemek için gösterdiği sonsuz fedakarlığı öğrenen, Rasülüllah: “Sabit Cennet ehlindendir”, buyurdular.

Benî Temim kabilesinden 70 veya 80 kişi öğle sıcağının bastırdığı bir sırada Rasülüllah’ı görmek için gelmişlerdi. Rasülüllah o sırada istirahat buyuruyorlardı. Onlar: “Ya Rasülüllah bize çık”, diye bağırdılar. Rasülüllah nidayı duyunca istirahatinden kalkıp, onların yanına geldi. Bu hadise üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu. “Şüphesiz ki odaların gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar onların ekserisi akılları ermeyen kimselerdir. Henüz dini öğrenmemiş, edeb-ü erkan bilmez kaba a’rabî güruhtur. Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah gafuru’r-Rahimdir.

Muhterem Müminler!

Haram aylardan biri olan Muharrem-i Şerifin içinde bulunmaktayız. “Haram aylar” isminin verilmesi, bu aylar diğer aylara nisbetle tazim ve hürmet göstermeye daha layık olduğu içindir.

 Dinimizde her şey için tespit edilmiş bir edep vardır. Kişi ibadât-ü taatiyle kazanamadığı bazı şeyleri, gösterdiği hürmet ve tazim ile kazanabilir.  Aksiyle hareket etmek ise şiddetle yasaklanmıştır. Şu bir hakikattir ki, ameldeki noksanlık insanı dinden çıkarmaz. Fakat din ve din ile alakalı olan şeylere karşı edepsizlik ve hürmetsizlik, alaya veya hafife almak kişiyi dinden çıkarır.

Fıkıh kitaplarımızda şöyle bir izah mevcuttur. “Ezan-ı Muhammedî’yi dinleyen kimseye selam verilmez. Şayet selam verilmişse, ezan bitmiş olsa dahi selam veren kimseye mukabelede bulunulmaz ve selamı alınmaz.” Bırakın gülmeyi, dünya kelamı konuşmayı, dinimizde çok müstesna bir yeri olan selam vermek ve selam almak, şeairi islamdan olan ezan-ı muhammedi’ye hürmetsizlik söz konusu olduğunda kerih görülen bir fiil haline geliyor...

Ceddimiz Osman Gazinin Kur’an-ı Kerime karşı gösterdiği hürmet neticesinde kazandığı mükafaatı hepimiz biliriz. Yatacağı odada gördüğü Kur’an-ı Kerime, gerek ayakta durarak, gerek alıp okuyarak gösterdiği hürmet sebebiyle, Mevlamız kendisinden o kadar razı olmuş ki, gösterdiği tazimin her saatine mukabil kurduğu devlet için 100 senelik ömür ihsan etmiştir.

İmam-ı Azam hazretleri, Peygaber Efendimizin ravza-i mutahheresini ziyaretlerinde, hiçbir zaman edebinden dolayı yaklaşamamış vardığı noktaya da sürünerek varmıştır. Sadece bir defasında, Peygamber Efendimiz’in: Yaklaş ya imam” buyurması üzerine yaklaşabilmiş, ziyaretini de iki büklüm vaziyette ifa etmiştir.

II. Abdülhamid Han hazretleri, İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye kadar yaptırmış olduğu tren yolunun, Ravaza-i Mutahhereye 10 km kalan kısmını Allah’ın rasülü tren sesinden rahatsız olmasın düşüncesiyle keçe ile kaplatmıştır.

Hacc kafilesi ile Mekke-i Mükerremeye doğru “Rasülüllah’ın yaşadığı yerlere yaklaşıyorum. Birazdan ayağının bastığı yerlere yüzlerimi süreceğim” düşüncesi ve sevinciyle, gözlerine uyku girmeyen şair nabi, kafileden birinin ayaklarını, Mekke-i Mükerremeye uzatarak yattığını görünce hiddetle şu mısraları söyler:

“Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-i hüdadır bu.

“Nazargah-ı ilahîdir, Makam-ı Mustafâdır bu.                     Yani

Sakın edebi terketmekten, Allah’ın sevgilisinin beldesidir bu.

Rahmet-i ilahi’nin tecelli ettiği yerdir, Muhammed Mustafa’nın makamıdır bu.

Sabah ezanlarıyla beraber Mekke-i mükerremeye girerken bütün müezzinler şair nabi gibi bu mısraları söyledikten sonra minarelerden indiler. Çünkü Yusuf Nabi’nin bu sözleri Allah’ın Rasülün’ün o kadar hoşuna gitmişti ki, bütün müezzinlere rüyalarında bu şiiri ezbetletmiş ve okumaları için emir buyurmuşlardı.

Muhterem Müminler!

Hürmet ve tazime en layık olan başta Allah ve Rasülüdür. Sonra, Allah ve Rasülüne, irtibat-ı sahîh ile bağlı olan zatlardır ki onlara hürmet neticede Allah ve Rasülüne hürmet demektir. Ülülemre, alimlere, ilme, ilim talep etmekte olanlara tazim ve hürmet hep bu kabildendir.

 



[1] Hacc 32

[2] Buhari Kitabül Menakıb-i Ensar Saad bin muaz babı.


ALLAH KORKUSU

         Muhterem Müminler!

         Bu haftaki hutbemiz, Allah korkusu hakkında olacaktır.

         Allah korkusu, kişi için günahtan koruyan bir kalkandır. Cenab-ı Hakk’ın makamından ve hesabından korkmak, ilim ve amel üzere devam etmeye sevkeder.

         Her müslüman, Allah’ın nimetlerinin ve kendi günahlarının sayısını muhasebe etmeli, nefsinin heva ve heveslerinin, kendisini nasıl perişan edeceğini iyi düşünmeli ve vereceği hesaptan dolayı Allah’tan korkmalıdır.[1] Cenabı hak, Kur’an-ı Keriminde: “Amma, kim Rabbinin makamından korktu, nefsini heva (ve hevesin)den alıkoyduysa, işte muhakkak ki cennet onun varacağı yerin ta kendisidir.”[2]

         Nefis üzerinde dört şey galiptir. Maddi ve manevi gevşeklik, (azaptan) emin olmak, ibadete karşı tembellik, şehvetlere karşı meyl. Bunların ilacı ise Allah korkusudur.[3] Çünkü korku, Allah’ın bir kamçısıdır ki, Cenab-ı Hak, kapısından sapanları, onunla  takviye eder.[4]

         Allah’tan korkmanın kazandırdığı dört büyük nimet vardır. Takva, vera’, mübâdere ve içtihad. Takva: Nefsi, günaha götüren şeyden korumaktır.[5] Vera’: Dünyadan yüz çevirmek; mübadere: Sür’atle hizmet ve vazifelere başlayıp devam etmek[6] içtihad ise: Allah’a kul olmakta, bütün gayretini ortaya koymaktır.[7]

         Allah’tan korkmak, Allah’ın hıfz-u himayesine girmek demektir. Allah’a vereceği hesaptan korkan için, kıyamet dahi bir rahmettir. Bu şuurda olan kimse, “kıyamet kopacakmış” haberini aldığı zaman değil, aksine kıyamet kopmayacakmış haberini duyduğu zaman telaşa kapılır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah Tealadan korkarsa, Cenab-ı Hak her şeye, o kimseye karşı korku verir. Kim de Allah’tan korkmazsa, Cenab-ı Hak o kimseyi her şeyden korkutur. [8]

Denilmiştir ki: Eğer sana biri, “Allah’tan korkuyor musun?” diye sual ederse, sakın cevap verme, sus. Çünkü “evet” dersen, yalan konuşmuş; “hayır” dersen küfre girmiş olursun.[9] Cenab-ı Hakk’tan hakkıyla korkmak elbette mümkün değildir. Zaten Allah-ü Tealanın emri: “Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun!..” [10] şeklindedir. Fakat sadece musibet ve bela zamanında değil, her halükarda bu gayret içinde olmak icabeder. Peygamber Efendimiz (S.A.V) : “Darlıkta ve varlıkta Allah’tan kork”[11] buyurmuşlardır.

         Sıddıkların korkusu; her düşünce ve harekette, kötü akıbetten korkmaktır.[12] Kişi ömür boyu müslüman olarak yaşar. Fakat son nefesinde iman nimetinden mahrum olarak Ahirete göçebilir. O halde müslüman, son nefes dahil, gayret ve çalışmasında noksanlık göstermemelidir. İsa bin Yunus rh, İmam-ı Azam hazretleri hakkında şöyle buyurmuştur: “İmam-ı Âzam hazretlerinin ilk içtihadı Allah-ü Tealaya zerre kadar isyan etmemek ve şer’an muhterem olan şeylere, layık olduğu şekilde hürmet ve tazim göstermektir...”[13]

Muhterem Müminler!

         Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, gadabı üzerine sebkat etmiştir. Rahmet ayetleri, azap ayetlerinden çok olduğu gibi, “ümit” hadisleri de, “korku” hadislerinden daha fazladır.[14] Ancak mümine yakışan ümit ve korku arasında yaşamaktır. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Müminin ümit ve korkusu tartılsa, birbirine eşit gelirlerdi.”[15], buyurmuşlardır.

         Hadis-i Kudside de: “İzzetim ve celalim hakkı için, bir kulda iki korku ve iki emniyet bir araya gelmez. Kul, dünyada benden korktuğu zaman, ben onu kıyamet gününde azabımdan emin kılarım. Dünyada benim azabımdan emin olduğu zaman, kıyamet günü onu (azabım ile)  korkuturum.[16] buyurulmaktadır.

         Cebrail A.S, Allah korkusundan dolayı, dünyadayken ağlayan kimseler hakkında, hesap günü şöyle nida eder: “Dikkat edin. Muhakkak ki fülan, Allah korkusundan ıslanan bir kirpik sebebiyle kurtuldu.”[17] Peygamber Efendimiz (S.A.V) ise, yarın ağlayacak olanları şöyle beyan buyurur:

         “Allah’ın haram kıldığı şeyler(e nazar etmek)ten kapanan gözden, Allah yolunda uyanık duran gözden, Allah korkusundan dolayı sinek başı misli yaş çıkan gözden başka her göz, kıyamet günü ağlayıcıdır.[18]



[1] Abdülaziz Deyrânî, Kitabü’t-Taharetü’ül- Kulup ve’l- Hudu’ (Nüzhetül Mecalis’in Hamişi c.1 s.137 kenar)

[2] Naziât 40-41

[3] Abdülaziz Deyrânî, a.g.e c.1 s.138

[4] Abdülaziz Deyrânî, a.g.e c.1 s.137

[5] Rağıb, Müfredat s.881

[6] Muhammed Salahî, Kamus-u Osmani

[7] Abdülaziz Deyrânî, a.g.e c.1 s.138

[8] Levakıhul Envar s.564

[9] Nüzhetül Mecalis c.2 s.36

[10] Teğabün 16

[11] Münavi, Feyzül Kadir c.1 s.119

[12] Abdülaziz Deyrânî, a.g.e c.1 s.155-156 Süheyl ibn-i Abdullah R.A’ın sözleri.

[13] İsmail Hakkı Manastırlı, Mevahibü’r-Rahman fi Menakıbi’l-İmam Ebi Hanifetü’n-Numan s.126-127

[14] Nüzhetül Mecalis c.2 s.43 (İmam-ı Nevevi Hz.nin tesbiti)

[15] Abdülaziz Deyrânî, a.g.e c.1 s.137

[16] Levakıhul Envar s.564

[17] Nüzhetül Mecalis c.2 s.36

[18] Münavi, Feyzül Kadir c. 5 s.27


H. BAYRAM

        

 

         Muhterem Müminler!

         Bu haftaki hutbemiz Bayram günleri hakkında olacaktır.

         Ramazan-ı şerifi en veciz şekilde tarif eden kelime “Sabır” dır. Bayram ise bu sabrın selameti...

İlahi rahmet, ve nur yağmurlarıyla, günah kirlerinden temizlenmiş, dini ve manevi vazifelerini en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmış kullarına, Mevlamızın bir mükafatıdır, bayramlar...

“Muhakkak ki temizlenen ve Rab’binin ismini anıp (bayram) namazını kılan kurtulmuştur. Fakat siz (ey kafirler), dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve devamlıdır.” [1]

         Peygamber Efendimiz S.A.V bu günlerin yeme, içme ve Allah’ı zikir günleri olduğunu ilan ettirmiştir.[2]

Daha önce oruç tutmak bir ibadet iken, bu günlerde, Allah’ın verdiği ziyafetten yüz çevirmek manasını taşıdığı için, haram kılınmıştır.

         Ancak bayram, tamamen muattal veya sırf eğlenceyle geçirilecek bir tatil müddeti olmayıp, aynı zamanda Allah’ın daha ziyade zikredileceği bir gündür. Bayramı, bayram namazı ile başlatmak bu manaya işaret eder. Nitekim, müminin haftalık bayramı olan Cuma günü de, hususi bir namaz ve hutbe ile başlar.

Öyleyse mümin, Allah’ı zikirle başlattığı bayram gününü, dini bir muhteva içerisinde geçirmeli, yeme, içme, ziyaret gibi diğer davranışlarını da dini havayı bozmayacak şekilde devam ettirmelidir.

         Bayram günü temizlenmek esastır. Bu sebeple gusletmek, yeni elbiselerini giyip, güzel kokular sürünmek, tırnakları kesip, saç tıraşı olmak sünnettir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Bu gün Allah-ü Telanın müslümanlar için bayram kıldığı bir gündür. Bu günde guslediniz. Kimin güzel kokusu varsa, ondan sürünmesi, kendisine zarar vermez  ve misvak kullanınız.[3]

İbn-i Ömer (R.A) dan rivayet edildiğine göre, Sevgili peygamberimiz, bayram günü güzel elbiselerin giyilmesini tesvik ederler, düşman korkusu olmadıkça silah taşınmasından hoşlanmazlardı. Efendimizin, pamuktan desenli bir hırkası vardı. Onu her bayramda giyerlerdi. Bayram namazından döndüklerinde sahabe-i kiram kendilerine: “Ey Allah’ın Rasülü!Allah sizden kabul buyursun.” derlerdi. O da: “Evet, Allah bizden ve sizden kabul buyursun.” diye mukabelede bulunurlardı.[4]

Yine, Ramazan-ı şerif bayramında namaza gitmeden önce bir miktar tatlı yemek, evden çıkarken gizli olarak tekbir getirmek, arasat meydanına toplanır gibi teenni ile mescide yürüyerek girmek adab-ı islamiyedendir. [5]

 Ebu Rafi (R.A) rivayet ediyor: Rasülüllah S.A.V bayram namazına yaya olarak gider, dönüşü de gittiğinden başka bir yolla yapardı.”[6]

 

         Bayram günleri müslümanların birbiriyle kaynaştığı, karşılık muhabbet sevgi ve kardeşliğin zirveye ulaştığı günlerdendir. Akraba, eş-dost ile bayramlaşma, kabir ziyaretleriyle ahireti hatırlama, fakirlere ve muhtaçlara yardım elini uzatarak her kesin bayram yapmasını temin etme, bayramın güzelliklerindendir.   

         Bayram günü anne babasının ellerini öpen ve onlara ikram edene Allah-ü Teala da ikramda bulunur.[7]

Bayram günü anne babasının kabrine giden kişinin, her adımına mukabil sevab verilir.[8]

        

Muhterem Müminler!

         Bayram geceleri ibadetle geçirilmesi icabeden müstesna vakitlerdendir. Cenab-ı Hak bayram gecelerinde, Ramazan-ı şerifin tamamında affettiği kişi sayısınca günahkarı affeder. Bu sebeple bu gecelerden gafil olmamak icabeder.

Kur’an okumak, tesbih ve tehliller ile Allah’ı anmak, Rasülüllah’a salat ü selam göndermek suretiyle bu gecenin ihyası mümkün olmakla beraber; evla ve efdal olan namaz kılmaktır.[9]

Rasülüllah S.A.V buyururlar ki: “Kim her iki bayramın da gecesini, Allah’tan sevap umarak, ibadetle geçirirse kalplerin öldüğü günde, kalbi ölmez.”[10]

 



[1] A’la süresi 14-19

[2] Kütübü sitte c.4 s.526

[3] Tefcirut Tesnim (Terceme) c.2 s.611

[4] Tefcirut Tesnim (Terceme) c.2 s.611

[5] Mecmeul Adab s.52

[6] Kütübü sitte c.17 s.69

[7] Tefcirut Tesnim (Terceme) c.2 s.612

[8] Tefcirut Tesnim (Terceme) c.2 s.612

[9] Levakıhul Envar s.254

[10] Kütübü sitte c.17 s.175

 _ftnref1 tıkla başa dön

 
  Bugün 2 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!  
 
Hüseyin Küçük'ün Profili
Hüseyin Küçük'ün Facebook Profili
Profil Kartını Oluştur
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol